Toplam Ziyaretçi: 957.844
© 2015, Tüm Hakları Mustafa TURAN'a Aittir.
Ekşi Bilişim & Tasarım

YENİ HABER GAZETESİNİN TARİHÇİ-YAZAR MUSTAFA TURAN İLE ÇANAKKALE ÜZERİNE RÖPORTAJI

YENİ HABER :Sayın Turan Papatya yayınlarından çıkan “Destanlaşan Çanakkale ”,kaçıncı kitabınız?Ufukta yeni kitaplar var mı?
TURAN:Destanlaşan Çanakkale bizim 8. kitabımız.Üzerinde çalıştığım ve yakında basıma hazır hale gelecek olan üç dosya daha var.
YENİ HABER :Nasıl yani,aynı anda birkaç kitap üzerinde mi çalışıyorsunuz?
TURAN:Elbette.Benim çalışma tarzım bu.Önce yazacağım konuları belirlerim.Ardından dosyalarımı açarak çalışmaya koyulurum.Yaptığım araştırmalarda elde ettiğim bilgi ve belgeleri gelişigüzel dosyalara kaydederim.Sık sık İstanbul kütüphanelerine giderim.Buna bir taşla iki kuş vurma mı deniyor?Orada birkaç konuyla ilgili veri toplarım.Bu yöntem zamandan da tasarruf sağlıyor.Sonra önem sırasına göre bu çalışmalardan birisine öncelik ve ağırlık vererek tamamlarım.
YENİ HABER :Çanakkale hakkında bir kitap yazma düşüncesi sizde nasıl doğdu?Neden Çanakkale?
TURAN:Sezai Bey,ben Çanakkale’ye çocukluk yıllarımdan beri gidip gelirim.İlk gittiğimiz dönemlerde gerçekten Çanakkale’nin mahiyetini bilmeden ve orada yaşananların içyüzünü anlamadan aval aval dolaştığımızı çok üzülerek daha dün gibi hatırlamaktayım.Tabiiki Tarihçi olduktan sonra bu durum değişti.
Çanakkale bizim için çok önemli.Japonlar  nasıl ki Hiroşima ve Nagazaki’ye çocuklarını götürüp ders ve ibret almalarını sağlıyorlarsa,biz de çocuklarımıza Çanakkale’nin ne olduğunu öğretmemiz gerekiyor. Bakınız başka milletler sığ bir göl gibi olan kısa ve kısır tarihlerini, kendi nesillerine tarih yerine destan diye okuturken ve geçmişlerine ihtişam kazandırmaya çalışırken, biz engin bir derya misali olan zengin tarihimizle güçlü kültür ve medeniyetimizi nesillerimize gereği gibi tanıtamamaktayız.
Her Çanakkale’ye gidişimde oradan ayrılırken ruhum, soğuk bir demir kızgın ateşten nasıl çıkarsa öyle üzgün ve kırgın dönerdim. Zira tarihimiz açısından müstesna yerlerden birisi olan Çanakkale’ye gelen ziyaretçilerin pek çoğu Şairimizin: 
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı,
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı… 
Verme,dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”
Mısralarında ifadesini bulan bir şuur ve bilinçten uzak bir vaziyette, özellikle kızlı erkekli gençlerin fıkırdayarak, sanki bir turistik gezi yapar halet-i ruhiye içinde dolaştıklarını, hatta şehitliklere aşk sloganı yazacak kadar, meselenin özünden bihaber gezdiklerini üzülerek müşahade etmişimdir. Eğer bu davranış; cehaletten değilse, gaflet ve dalalettendir diye iç çekmişimdir.
Çanakkale’ye ziyarete gidecek tüm kafilelerin önceden; nereye ve niçin gittiklerini, varlığımızı, vatanımızı ve hürriyetimizi orada kefensiz yatan şehitlerimize borçlu olduğumuzu anlatarak, temelde bir altyapı oluşturup bir şuur ve bilinçlendirme yapıldıktan sonra gezinin gerçekleştirilmesinin daha faydalı olacağını hep düşünmüşümdür.Atatürk,Çanakkale’yi “Yüksek Ruh” olarak tanımlıyor.Ben de bir Tarihçi olarak bu yüsek ruhu okuyuculara vereyim diye düşündüm ve kitabı, bu mantık içerisinde kaleme aldım.
YENİ HABER :Sayın Hocam!Biz tarihte bir çok savaş yaptık ve zafer kazandık.Bunlardan ayrı Çanakkale’yi önemli kılan şey nedir?
TURAN:Bizim savaşlarımız genelde taarruz savaşlarıdır.Zaten bu keyfiyet sayesinde bu gün taa Orta Asya’lardan kalkarak bu coğrafyaya gelmişiz.Fakat Çanakkale bir savunma savaşıdır.Anadolu’da var olma savaşıdır.Tarihimizin yüz karası olan Balkan hezimetinin bir rövanşı niteliğindedir.Biliyorsunuz askerin siyasete bulaşması ve İttihat ve Terakki’nin basiretsiz tutumuyla biz,koca Balkanları  çarpışmadan terk etmiştik.Bundan cesaret alan düşman,İstanbul ve Anadolu’da yaşamamızı da çok görerek, bizi geldiğimiz yere geri göndermek istemişti.Bu arada Ruslara da yardım edecekti.
Bu amaçla Çanakkale’ye saldırmışlardı.Yıllarca süren savaşlardan yorgun ve yoksul çıkan bu millet teslim mi olacaktı?Elbette hayır.“Hasta Adam” denen bu yorgun ve yoksul millet,bütün dünyayı şaşırtan öylesine dillere destan bir savunma savaşı yaptı ki,hem kendi,hem de dünya tarihinin akışını değiştirdi.Dünya’nın en güçlü yenilmez armadaları ve orduları karşısında,bizim savaşı kazanmamızı hayal etmek bile hayaldi.Çünkü topumuz yoktu.2000 soba borusundan top maketi yapmıştık.Askerimizin ne yiyeceği ekmeği,ne de giyeceği elbisesi vardı.İstanbul’dan gönderilen kum torbalarını yırtan askerimiz,yırtık elbisesine yama yapıyordu.İşte böylesi olumsuz şartlarda kazandık biz Çanakkale Zaferini.Çanakkale’yi diğerlerinden ayıran temel  özellik de budur.Şurası bir gerçektir ki: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan milli mücadele ruhu Çanakkale’den kaynaklanmıştır.
YENİ HABER :Son zamanlarda basında da çıktı.Çanakkale’de rehberlerin ziyaretçilere bir takım hurafeler anlattıkları yolunda.Konu hakkında eser yazmış ve meseleyi bilen biri olarak ne diyeceksiniz?
TURAN:Teşekkür ederim böyle bir soru sorduğunuz için.Bu işin altında bir kaç sebep var.Bir kere şu hususu belirtmemiz gerekir ki,geçtiğimiz asrın sonlarında ve milenyum başlarında Çanakkale’ye olan ilgi, her gün artarak devam etmektedir.2004 yılında 6 otobüslük bir konvoyla ve benim de rehber olduğum bir gezi programıyla Çanakkale’ye gitmiştik.Yanılmıyorsam Mayıs ortalarında bir hafta sonuydu.Sadece o gün 1100 otobüs olduğu konuşuluyordu.Bu 50.000 kişi demektir.Eğer bir günde bir yere 50 bin kişi gidiyorsa,elbette orada bir rekabet de söz konusu olacaktır.Bu rant kavgası, Turizm İşletmecileri arasında olur,rehberler arasında olur,oradaki yerli esnaf ve işletmeciler arasında olur vs…
 YENİ HABER:Peki Hocam,şu hurafe meselesini de biraz açsak.
TURAN:Ben de zaten o konuya değinecektim.Biraz önce izah ettiğim şey, olayın bir boyutu.Hurafe meselesine bakacak olursak,tabiiki orada bu kadar kalabalığa hitap eden rehberler arasında  meseleye tam vakıf olmayanlar da bulunabilir.Ben bu noktada Kültür Bakanlığı devreye girmeli ve bölgede kalifiye eleman istihdam etmelidir diye düşünüyorum.Nitekim bu yönde atılmış adımlar  da olduğunu basından okuyoruz.Ancak konunun manevi ve ruh yönüne de işaret etmekte yarar vardır.Öncelikle Atatürk’ün “Bomba Sırtı” olayına bir bakalım.Atatürk bu hadiseyi anlatırken diyor ki:
"Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre. Yani ölüm muhakkak. Birinci siperlerin hiç biri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor. İkincidekiler onların üzerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir fütur göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik edilecek bir misaldir.
Emin olmalısınız ki, işte bize Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Burada Çanakkale’nin manevi boyutuna ve yüksek ruha atıfta bulunuluyor.
Öte yandan müttefiklerin de bu yönde beyanları vardır ki,çok açık ve nettir.Düşmanın Akdeniz Kuvvetleri Komutanı Hamilton: “…Sadece bugün 1800 şarapnel attık. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan CENAB-I Allah’larından ayırmak için başka ne yapılabilir?…” diye sorduktan sonra şöyle diyordu:
“Bizi Türklerin maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşahede ettik. Sanki biz daha buralara gelmeden, akıbetimiz kararlaştırılmıştı. Ve şimdi de üzerimizde icra ediliyordu”
Bir İngiliz Amirali de: “…Toprağı şarapnellerimizle delik deşik ettik. Bir kalburun yüzü gibi birbirine temas eden daireler haline getirdik. Artık bu toprakta bir canlının mevcudiyetine müspet ilim ve akıl inanamazdı. Fakat biraz sonra kabarttığımız bu tümseğin altından elinde süngüsü ile bir Türk neferinin Allah diye fırladığını görünce aczimizi anladık.” diye çaresizliğini belgeliyordu.
Bu harekatın fikir babası ve uygulayıcısı olan İngiliz Deniz Bakanı Çörçil ise, Çanakkale mağlubiyetinden sonra mahkemede tazyik altında kalınca  şöyle haykıracaktır: “Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler ile değil, ALLAH ile harp ettik. Tabiiki yenildik…”
Bu işin başka da bir izah tarzı yoktur. Gerçekten Çanakkale’de öylesine ulvi hadiseler cereyan etmiştir ki, bunları hiçbir idrak, akıl ve mantık açıklayamaz. Koca Seyid’in fizik kanunlarını alt üst eden 276 kiloluk mermiyi kaldırmasından, İngiliz Kraliyet Alayı’nın kaybolmasına, Gelibolu ormanlarında korkunç ve yırtıcı Aslanların görünmesinden, küflü, paslı esrarengiz 26 Türk mayınının gizemli ve görkemli başarısına kadar bir çok olayın tamamı mânâ ile ilgilidir.
Şimdi Çanakkale’de bu olaylar yaşanmıştır.Eğer rehberlerin bu anlattıklarına hurafe deniyorsa,bunu şiddetle reddederim.Elbette askeri ve maddi açıdan büyük bir mücadele verilmiştir.Zaten 253 bin şehit verilmesi olayın,bu yönünü ispatlıyor.Biz,bu maddi güce manevi olaylar da katkı sağlamıştır diyoruz.Biz değil,tarihçilerin büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak ettikleri de budur.Çanakkale’nin yüksek ruh ve manevi tarafını görmezden gelmek,en azından bu milletin milli ve dini değerlerini hiçe saymak anlamına gelir diye düşünüyorum.
YENİ HABER :Mustafa Bey, size çok açık ve samimi bir şey soracağım.Biraz önce siz de rehber olarak gittiğinizden bahsettiniz.Bu iş için ücret alınıyor mu,siz kaç para aldınız?
TURAN: Size aynı açık yüreklilikle cevap vereyim.Hiç bir ücret almadım.İsteyenlere kitaplarımızı imzaladık o kadar.Ancak ben bunu bir iş olarak yapmıyorum.Rehberliği bir iş olarak yapanlar,tabiiki bu zahmetlerinin karşılığını alacaklardır.Burada dikkat edilmesi gereken şey olayı,arife günlerinde Kur’an bilmedikleri halde mezarlıklarda ücret karşılığı Kur’an okuyan simsarlar gibi ,bir rant sağlayıcı boyuta indirgememek gerekir.Siyasi ve askeri yönden Tarihi bilmeyenler,kulaktan dolma bir takım bilgilerle rehberlik yapmaları elbette tasvip edilemez.
Ben bir tarihçi olarak,bu konuya gönül vermişim.Çanakkale’yi geniş kitlelere anlatmazsam bir vebal olur diye telakki ediyorum.Bu konuda bir menfaat de düşünemem.Aziz şehitlerimiz canlarını vermiş,kanlarını akıtmış bize özgür bir vatan bırakmış.Biz, onların uğruna can verdikleri mukaddesleri muhafaza etmezsek,kahramanlıklarını  anlatıp onları hayırla yadetmezsek,ruhlarına bir fatiha göndermezsek vefasızlık olmaz mı?
Bakın size bir şeyi itiraf edeyim.Ben Geçtiğimiz sene,yetkililere şunu söyledim.Sakarya’dan Çanakkale’ye geziye gidecek tüm okul öğrencilerine,slaytlarla Çanakkale’nin ne olduğunu,nereye ve niçin gittiklerini,bu gezinin turistik bir gezi olmayıp,kefensiz yatan şehitlerimizi hatırlayıp,savaş bölgelerini ibretle ve saygıyla ziyaret etmek gerektiğini anlatalım ki,oraya gidecek gençlerimizde bir alt yapı oluşsun. Üzülerek ifade edeyim ki,benim maddi hiçbir beklentim olmadan sırf görev anlayışım ve sorumluluğumun bir gereği yaptığım bu teklifle hiç kimse ilgilenmedi.
YENİ HABER :Peki yabancılar Çanakkale’ye nasıl bakıyorlar ve nasıl değerlendiriyorlar?
TURAN: Yabancılar bu işe hala şaşıyorlar.Avrupa’nın bu dev gücü karşısında Türklerin nasıl zafer kazandığını,bu başarının altında yatan sırrı hala çözebilmiş değiller.Mesela bunlardan Churchill,1915’de İngiliz deniz bakanı,savaşın da planlayıcısı.Diyor ki:“ İngiltere savaş tarihinde Çanakkale kampanyası kadar acı bir sayfa yoktur. Hiç bir savaşa bu kadar büyük ümitlerle girilmemiş, hiçbir zafer bu kadar yakından kaybedilmemiştir. 1915 yılında  4-5 bin harp gemisi denizlerde dolaşmaktaydı. Fakat bunlardan hiç birisi Nusret mayın gemisi’nin döktüğü mayınlar kadar harbin devamına ve düşmanın istikbaline müessir olacak bir başarı gösterememişti.
İnanmak istemiyorum. Fakat gerçek. Türk savunması önünde müttefikler armadası mağlup
olmuştur. Tek kelimeyle felaket.”
Alman Mareşalı L.V.Sandeers de diyor ki:““O meşhur Dara’nın boğazdan eski Yunan topraklarına geçerken azgın sularını dövdüğü Gelibolu yarımadasında Türkler, dünyanın en kudretli donanma ve ordularını dövmüşlerdir.
Çanakkale’yi bir asker olarak anlatmak imkansızdır. Çelikten, manevi kudretten, vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir?Bu sualin cevabı, işte bu gösterişsiz, mütevekkil ve sessiz, Anadolu çocuğunun kendisiydi.
ALLAH adını yürekten tekrarlayarak saldırganın üzerine atılıyorlardı. Düşmanları da onlara hayrandı. Yaralı düşmanlarını sırtlarında siperlerine getiriyor, sargı bezi olmadığı zaman, yedeği bulunmayan gömleklerini yırtarak onları sarıyorlardı.
 General Hamilton ise şunları söylüyor:“ Ağustos ayından beri Gelibolu yarımadasındayız ve hiçbir şey yapmak imkanı bulamadık. Tam bir fiyasko bu.”
General Taüshnd de şu kanaattedir:“Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki, bu ifademin altını çiziyorum. Savunmada Türklerle mukayese edilebilsin. Misal olarak Çanakkale’yi vermek isterim. Orada bizim gemi ateşlerimizle büyük kayıplara uğrayan birlikler Türk olmasaydı yerlerinde kalamazlardı.”
Savaş esnasında İngiltere Başbakanı olan Loyd George hayretini şu cümlelere dökmüştü:“   “Efendiler!Ben bir şeyi anlayamıyorum. Bizim medeni milletlerin orduları, savaşta barbarlığa yaklaşıyor, barbar saydığımız Türk orduları ise, savaşta medenileşiyor. Irak kumandanımızın telgrafı bildiriyor ki, Türkler, esirlerimizin istirahatını fevkalade temin ediyorlarmış, yaralılarımızı da imkanları nisbetinde tedavi ediyor ve onlara şefkat gösteriyorlarmış…
İşte bu davranışlarının sebebini, saikini bir türlü anlayamıyorum.”
 İngiliz generallerinden savaşa katılan Aspinal Oglander’in değerlendirmesi de oldukça ilginçtir.Der ki: Türk askerinin savaş içinde haiz olduğu yüksek niteliklerinin önceden layıkıyla bilinmemesi, İngilizler için felaket olmuştur. Türk askerinin ne yaman bir muharip olduğunu İngilizler kendileri ile dövüştükten sonra anlamışlardır. ”
Savaşa katılmış generallerden Birdword’un yorumu da şudur: “Türk askeri kadar vatanı için gözünü kırpmadan ölen, savaş anında müthiş cesaret ve fırtınalar yaratan, ateş kesildiği zaman onun kadar iyi yürekli, yumuşak kalpli, düşmanın yaralarını saran, sırtında taşıyarak onu ölümden kurtaran bir asker yeryüzünde görülmemiştir.”
Çanakkale için Siyonist ileri gelenlerinden birinin yorumu ise hayli ilginç.Diyor ki: “İsrail Devleti’ni, Çanakkale’de verdiğimiz 55 kayba borçluyuz. İngilizlerden İsrail’in kuruluşu için destek sözü alırken, elimde Çanakkale kayıplarımızın listesi vardı. İsrail’e giden yol Çanakkale tepelerinden geçmiştir.”
İngiliz yazarlarından Michael Hickey der ki: “İngiltere olarak 1914 yılında dünyanın zirvesinde olduğumuzu zannediyorduk. Çanakkale savaşlarında Osmanlılar burnumuzu yere sürttü.”
Son olarak da İngiliz Savunma Bakanının yorumunu verelim:“Bir müddet evvel Çanakkale’de, bir çarpışma sırasında, esir verdiğimiz iki subay ve beş, altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedavi edilirler. Bu tedavinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da, yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar vardır. Alman askerler, tedavi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz hemen saldırırlar.
Türk doktorlar ve yardımcıları, bunları durduramaz. Ancak bu durumu gören Türk yaralılar, Almanların üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar.
Biz Türklerin canevini yakmak ve yıkmak isterken, onların gösterdiği insanlığa hayret ettim.”
YENİ HABER :Peki Hocam,Çanakkale kitabını ne kadar zamanda yazdınız?Bu bağlamda başınızdan geçen ilginç şeylerden bahsedermisiniz?

TURAN:Yaklaşık bir yıllık bir araştırma sonucunda ortaya çıktı Çanakkale kitabı.İlginç olaylar yaşadınız mı dediniz.Şu an aklıma gelen iki olaydan söz edeyim o zaman.Araştırma yapmak üzere çok aziz dostum M.Nihat Ünal ile birlikte, Çanakkale’de büyük kahramanlık gösteren Seyit Onbaşı’nın memleketine, Balıkesir’in Havran İlçesine bağlı Çamlık(Koca Seyit) köyüne gitmiştik.Kabrini ziyaretten sonra evini bulduk,kızı ve torunlarıyla bir söyleşi

yaptık.Kitabımızda var bunlar.Köy kahvehanesine uğramadan da geçilmezdi tabii. Gündüz olması hasebiyle fazla kalabalık olmayan kahvedekiler gayet sıcak karşıladılar bizi. Çaylarımızı içerken dedim ki: “Arkadaşlar biz çok uzaklardan, sizin de medar-ı iftiharınız olan Seyit Onbaşı hakkında araştırma yapmaya geldik.” Hep birden:


         

-“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz…” dediler.
-“İçinizde onu tanıyan, sağlığında onunla sohbet eden var mı? Koca Seyit nasıl bir insandı?”
Birisi:
-“Valla beyim o da senin, benim gibi bir insandı. Fakat rahmetli çok kıvvatlıydı. Bazen biz odun çekerkene merkep çamura basıp batardı. Biz uğraş Allah uğraş. Çıkaramazdık. Bakardık merkep de batacak, hemen onu bulurduk. Gelince bir el atardı. Üstündeki odunlarla birlikte ya Allah tutar merkebi kaldırıp kenara goyuverirdi yani. Bu gadar güçlüydü…” dedi.
Bir Diğeri de dedi ki:
-“Valla O öyle fazla konuşmazdı. Zaten fazla konuşacak fırsatı da yoktu. Ama bi tayın meselesi varmış onu ara sıra çok sorarlarsa anlatırdı. Pehlivan yapılı olduğu için fazla tayın istemiş, fakat sonra ondan da vazgeçmiş. Konuşacak takatı mı vardı ömrü perişan geçti garibin…”
Bizi resmi görevli falan zanneden köşedeki adam birden sesini yükselterek gürledi:
-“Son birkaç yıldır bu garibi arayıp sorar oldunuz. Madem bu adam o kadar kahraman bir adamdı da şimdiye kadar niye arayıp sormadınız. Sağlığında gelip aramadınız. Zavallı yarı aç, yarı tok, üstte başta yok fakir ve perişan yaşadı. Bir gün yüzü gülmedi. Bu kadar yıl geçtikten sonra mı değerli oldu? Niye sağlığında bu adama sahip çıkılmadı? Şunu yapmış, bunu yapmış… Evet madem bu devlete, bu millete hizmeti geçmişse adamın elinden tutulmalı, yardım edilmeliydi. Öyle kuru kuruya nutuk atmakla olmaz. Sağlığında bir dilim ekmek veren oldu mu siz onu söyleyin…”
Bu sözler üzerine soğuk bir hava esti kahvehanede. Ben de oldukça şaşırmıştım.Az kalsın Seyit Onbaşı’nın ihmal edilmişliğinin faturası bize çıkacak diye endişe ettim.Bereket bir kaçı birden dönerek ona:
          -“İyi, hoş sen haklısın da, bu arkadaşların bunda bir suçu yok. İşte bu arkadaşlar ne güzel bunları bizden öğrenmeye gelmişler. Kitap yazacaklar. Tabi bunları da anlatacaklar…” diye bizi savunma ihtiyacı duydular.
           Diğer olay daha enteresan.Geçtiğimiz yaz Edremit’te tatildeydim.Telefonum çaldı.Meşhur tatil beldesi Akçay’a yakın bir otel müdürü arıyordu.Otel oldukça lüks ve büyük.Devre mülk tarzında çalışıyor.Akşamları da geniş ve açık bir yazlık tiyatro salonu var orada sosyal ve kültürel proğramlar yapıyorlarmış.Çanakkale ile ilgili bir konferans verebilirimsiniz isteklerini kabul ettim.Konferanstan sonra imzalanmak üzere bir miktar da kitap istediler.Eşim ve çocuklarla birlikte kararlaştırılan günün akşamı programa gittik.Yaklaşık 1,5 saat kalabalık bir topluluğa konuyu anlattık.Tabi Seyit Onbaşı’nın 276 kg lık mermiyi kaldırarak fizik kanunlarını alt üst eden kahramanlığını da dillendirdik.Ardından sıraya giren izleyicilere kitaplarımızı imzaladık.Para işine otel görevlileri bakıyorlar.Ben sadece imzalıyorum.
         Ayrılırken dediler ki:“Efendim,bu akşam 276 kg üzerinde çok durdunuz.İnanmayacaksınız belki,ama tam 276 milyon toplandı.Tabi biz belki bir tesadüftür dedik.Ama kitaplarımız 5 milyon Türk lirasıydı.275,yada 280 gibi beşin katları çıkması gerekirdi.Durumu biraz garipsemekle birlikte fazla üzerinde durmayarak eve döndük.Bir süre sonra telefonum çaldı.Yine otel Müdürü İbrahim Bey arıyordu ve diyordu ki:
          “            -Hocam!Konferansa katılanlar çok memnun kalmışlar,çoğu bizzat gelip bize teşekkür ettiler.Haftaya yeni bir grup geliyor otelimize,onlara da aynı formatta bir konferans daha verebilirmiyiz?”
“          -Hay hay” dedim.
         Yine kararlaştırılan akşam eşim,çocuklar,aile dostlarımız M.Nihat Ünal ve eşi hep birlikte gittik.Aynı formatta bir konferans daha verdik.Ardından kitaplarımızı imzaladık.Baktım sırada duranlardan biri de Sakarya’dan değerli dostum Fuat Polat Bey’di.Kalktım kucaklaştık.Meğer o da otelde kalıyormuş,çocukları anonsu duymuş ve uyumakta olan Fuat Beyi ,Mustafa Amcam konferansa geliyor diye kaldırmışlar.Çaylarımızı içerek otelden ayrılırken,bana takdim edilen meblağ,evet belki inanmayacaksınız ama yine 276 milyondu.Öylesine heyecanlanmıştım ki,bütün tüylerim diken diken olmuştu.Yani size izahını yapamayacağım bir duygu içindeydim.Her iki konferansta da ard arda aynı miktarın hem de olmayacak bir rakamın 276 ‘nın elde edilmesine hala bir mana verebilmiş değilim.TV lerdeki sırlar dünyasına benzeyen bir olaydı.
YENİ HABER :Hocam biz Çanakkale’de kaç şehit verdik bu konuda değişik rakamlar söyleniyor,hangisi doğru?
TURAN:Genelde Tarihçiler arasında ve kitaplarda geçen 253 bindir.Ancak bu rakamı 400 bin olarak telaffuz edenler de var.Geçenlerde Türk Tarih Kurumu başkanı ki,üniversiteden benim hocamdır.Yanılmıyorsam 37 binden bahsetti.Bu görüşü kabul etmek mümkün değil,mantıklı da değil.Bu rakam Genel Kurmay kayıtlarında 209 bin civarındadır.
YENİ HABER :Peki mademki biz İstanbul’u işgal ettirmemek için genç ve dinamik beyinlerimizi,dolayısıyla 253 bin şehidimizi feda ettik.Ama düşman 2 yıl sonra yine İstanbul’u işgal etti.Yani buna değer miydi?
TURAN:Evet değerdi.Niye?Çünkü tarihte konjonktür çok önemlidir.Şartlar 1915’e göre çok değişmişti.Şayet düşman Çanakkale barajımızı aşıp İstanbul’a ulaşsaydı,o zaman durum bizim açımızdan çok vahim olabilirdi.Ama 1918’e gelindiğinde dört yıl süren savaştan yılmış ve bıkmış bir dünya vardı.Avrupalı müttefiklerin kamuoylarında savaşın sonlanması konusunda yoğun bir baskı mekanizması işlemeye başlamıştı.Bu yüzden biliyorsunuz İtalyanlar savaşmadan Akdeniz bölgesinden çekilirken,Fransızlar da Güney Doğu bölgesinde ciddi bir direniş göstermemişlerdi.İngilizlerle bir çatışmamız olmamıştı.Geriye onların maşa olarak kullanıp bizim üzerimize Yunanlıları salmaları neticesinde,biz kurtuluş savaşımızı 500 yıla yakın bize tabi olan Yunanlılara karşı yaptık ve kazandık.Şayet biz kurtuluş savaşımızı yukarıda adı geçen devletlere karşı yapmış olsaydık,işimiz çok daha zor olurdu.
YENİ HABER :Destanlaşan Çanakkale kitabı’nı yazarken  sizi en çok etkileyen bölüm hangisiydi?
TURAN:Bir kere kitabın içindekilerin tamamı beni derinden etkilemiştir.Şimdiye kadar yazdığım kitapların hiçbirinin, beni bu kadar derinden etkilemediğini belirtmek isterim. Çünkü Çanakkale’yi yazarken ruh dünyamda o kadar derin akisler ve depremler meydana geldi ki, çoğu konuları tüylerim ürpererek ve göz yaşlarıma hakim olamayarak yazdım. Okuyucularımızın da aynı duyguları yaşayacağına eminim.Fakat bir Galatasaray Liseli öğrencilerin acıklı durumu var ki,yürek dayanır gibi değil.
“Çanakkale gazilerinden en son kaybettiğimiz İvrindi’nin Mallıca köyünden Azman Dede idi. 1991 yılında 104 yaşında kaybettik. İki metrenin üzerinde boyu olduğu için ismi unutulmuş, Azman diye anılır olmuş.
Azman Dede, Çanakkale denince hemen ağlamaya başlardı. Hep korkunç bir savaş gününü hatırlar, ağlardı. Bir gün önce yapılan bir hücumda bölüğündeki bütün arkadaşları şehit olmuş. Sadece kendisi ve yüzbaşısı sağ kalabilmiş. Telefonla takviye istenir. Gece, Galatasaray Lisesi’nin gönüllü olarak harbe katılmış öğrencileri doldurur siperi. Üzerlerinde asker elbiseleri vardır. Ama o kadar acele getirilmişlerdir ki, hiç askeri eğitimleri yoktur. Tüfeklere mermi sürmesini, süngü takmasını bile bilmezler. Yüzbaşı ile Azman dede gün doğmadan tüfeklerine mermi doldurmayı gösterirler, süngülerini takarlar. Gün doğmak üzeredir. Hücum anı beklenmektedir. Birden toplar patlamaya, yerden ateşler fışkırmaya, gök gürültüsünden korkunç sesler içinde siperlere taş, toprak, ceset parçaları düşmeye başlar. Bu çocuklar oyun sandıkları kavganın gerçeğini ancak o anda fark ederler. Makineli tüfek takırtıları, mermi vızıltıları arasında hep beraber siperin bir kenarına çekilip titreşerek beklemeye başlarlar. Bazıları donmuş kalmıştır. Birden içlerinden biri bir marş söylemeye başlar. Biraz sonra yavaş yavaş diğerleri de bu marşa katılırlar. Hepsi toparlanır. Artık gerilmiş yay gibidirler. Hücum emri verilir. Siperden fırlarlar. O gün yüzbaşı ile birlikte hepsi orada şehit olur. Sadece Azman Dede sağ kalabilmiştir. Her Çanakkale’yi anlatışta: “Yüzleri hala gözlerimin önünde” diye ağlar dururdu.
Devletin bekası için İstanbul’un korunması gerekmektedir. Çanakkale bir ölüm makinesidir. İnsan öğütür. Düşman karşısında boşluk verilmemelidir. Burada birilerinin ölmesi gerekmektedir. Cephenin birkaç dakika daha direnebilmesi, arkadan gelenlerin yetişebilmesi için bu gencecik çocukların ölmesi gerekmektedir ölürler.Bunlar gibi daha nice Koçyiğitler,ana kuzuları şehit olurlar.Düşünebiliyor musunuz,1915 yılında son sınıf öğrencilerinin tamamı öldüğü için Tıbbiye mezun verememiş.Analarımız kardeşlerini,babalarını ve ciğer pare yavrularını kaybetmiş ve adeta budanan bir ağaç gibi kolları,kanatları budanmış.Kurcalarsak Çanakkale’de bir yakınını şehit vermeyen aile yok gibidir.
YENİ HABER :Her yıl 25 Nisanda Çanakkale’de bir hareketlenme oluyor.Basında da oldukça geniş yer alıyor.Nedir bu işin aslı?
TURAN:Evet doğrudur.Çanakkale bölgesi her yıl Nisan ayının ikinci yarısında bir hareketlenmeye sahne olur.
T.Uğurluel’in ifadesiyle, 25 Nisan yaklaştıkça kalabalık mahşeri bir hal alır. Gelenlere yaklaşıp kim olduklarını sorduğunuzda hemen çoğunun Avustralyalı ve Yeni Zelandalı olduklarını görürsünüz. Onlar kendilerinden yaklaşık bir asır önce buralara gelerek bu topraklarda kalan dedelerini ya da dedelerinin akrabalarını anmaya gelmişlerdir. Özellikle 25 Nisan tarihini seçmişlerdir gelmek için. Çünkü bu tarih, atalarının, Arıburnu’ndan kara çıkartması yaptıkları günün yıldönümüdür. Avustralya ve Yeni Zelanda da bulunan sömürgelerini amaçsızca kendi emelleri adına bir maceraya sürükleyen İngilizler, bu nereye gittiğini bile bilmeyen zavallı insanları önce Mısır’a götürmüş, orada üç aylık askeri bir eğitime tabi tuttuktan sonra dünyanın en kanlı cephelerinden birine getirerek ileri hatlara sürmüşlerdir. Dünyanın uzak bir yerinden gelen bu zavallı insanlar da İngiltere’nin menfaatleri adına burada birer birer ölüme gitmişlerdir.
İngiliz sömürgesinden Çanakkale’ye gelmeleri, bu iki devlet için bir nevi dünya ile tanışma olmuş, bugün de tarihlerinde en çarpıcı yer olarak yerini almıştır. Onlar için buralara gelmek dini bir vecibe kadar önemlidir. Gelibolu’ya gelecek bir Anzak torunu, tatile gidiyormuş gibi hazırlanmaz.Her Anzak çocuğu büyüdüğünde Çanakkale’ye gidebilmek için kumbarasında para biriktirir. Onlar buralara dedelerini ziyarete geliyorlardır. 25 Nisan tarihinden önce gelirler ve bu tarihe kadar Gelibolu’nun savaş yapılmış bir çok yerini gezerek ve devamlı da okuyarak savaş ve savaş yerleri hakkında detaylı bilgi edinirler. Adeta 25 Nisana kadar buraları ruhlarında yaşamaya çalışırlar. Zaman zaman geceleri sahile gider ve atalarının çıkartma yaptığı yerlerden uzun uzun kıyıları seyrederek bu manzarayı kafalarında canlandırmaya çalışırlar.
Ve o bekledikleri günün arifesi gelir. 24 Nisan akşamında hepsi sözleşmişçesine Anzak Koyu’nda toplanırlar. Sayıları 10 binleri bulmuştur. (2002 yılı Nisanında 15.000 Anzak oradaydı.) Ellerinde kutsal kitapları İncil vardır ve gecenin karanlığında saatlerce ayin yaparlar. Saat 04: 30 sularında aynen atalarının 25 Nisan 1915 sabahı bu saatlerde yaptıkları gibi elbiselerinin paçalarını sıvayarak suya girerler. Su neredeyse bellerine geldiğinde sırtlarını denize vererek, yüzlerini karaya çevirir ve atalarının yıllar evvel çıkartma sandallarından çıkarak burada ağır ağır ilerlemeleri gibi onlarla karaya doğru ilerlerler. Bir nevi o günün canlandırmasını yaparlar. Kimilerinin başlarında atalarının o günlerde giydiği şapkalar vardır. Kimileri de asker elbisesi içindedirler. Bu yaptıkları ile de dedeleri ile aynı ruh haleti içine girer ve onların buradaki ruh haletlerini anlamaya çalışırlar. İşte Anzaklar her sene 25 Nisan’da ülkemize geldiklerinde Gelibolu’da bunları yaparlar.
Peki bu kadar anlattığımız şeylerden sonra bu kez kendimize dönerek soralım. Bu adamlar, binlerce km uzaklardan buralara gelerek, hem de savaşta yenilmiş olan atalarını anma adına bu kadar güzel şeyleri yaparken, bizler, kendi topraklarımızda en uzaktan gelenimize 1,5 günlük yol olan bu yerlerde, bu savaştan muzaffer olarak çıkmış olan atalarımız için neler yapıyoruz? Onları anma, hatırlama ve onların ruhlarına bir şeyler gönderme adına hangi güzel şeyleri yapıyoruz?
İşte başımızı iki elimizin arasına alarak uzun uzun düşünmemizi sağlayacak güzel bir soru. Onlar bu ülke için canlarını verdiler. Durum gerçekten çok vahimdi. Ülke elden gidiyordu. Karşı konulması çok zor kuvvetler senin vatanını yok etmek için bir araya gelmişlerdi. Ama onlar, yani senin dedelerin canlarını ortaya koyarak buraları terk etmediler. Öyleyse onlar başka milletlerin dedelerinden daha fazla hak ediyorlardı anılmayı

YENİ HABER :Son olarak şu soruyu sormak istiyorum.18 Mart  Çanakkale Zaferi ve Şehitleri anma için şehrimizde bu yıl da bir program düşünülüyor mu?
TURAN:Elbette.Hatırlarsanız geçtiğimiz yıl 18 Mart akşamı ASM’ de bir konferansımız olmuştu.İzleyicilerin çoğu ayakta olduğu için ben 1,5 saatte bitirmek istedim.Ancak ayaktakilerin:“Lütfen devam edin biz ayakta dinlemeye razıyız.”     Demeleri üzerine 45 dakika daha anlatmıştık ve herkesin elinde bir mendil gözyaşlarını siliyorlardı.Tabi bende aynı duygular içinde idim.
Bu yıl 17 Mart Perşembe akşamı Kapalı Spor salonunda İl Müftülüğünün düzenlediği bir program yapılacak.İl müftümüz sayın Ahmet Şark Bey’le sayın Valimizi ziyaret ederek programı değerlendirdik.O gece bizim slaytla Çanakkale tanıtımı olacak,devamında da bir konferans vereceğiz inşallah.Ayrıca gecenin izleyicilerine bazı sürprizler de olacak sanırım.Ben bu noktada ilgi ve gayretleri dolayısıyla başta Müftü Bey olmak üzere İl Müftülüğü personeline teşekkür ediyorum.
YENİ HABER :O zaman biz de Yeni Haber Gazetesi olarak bu etkinliği tüm Sakaryalılara duyuralım.Efendim Çanakkale ile ilgili güzel bir söyleşi oldu.Size zahmetler verdik.Çok teşekkür ediyorum.
TURAN: Ben teşekkür ederim.Bize bu fırsatı verdiğiniz için.Son söz olarak şunu belirtmek isterim.Üzerinde dört iklimin yaşandığı bu cennet vatanda yaşamanın bir bedeli vardır.Verdikleri canlar ve akıttıkları kanlarla bu bedeli ödeyenlere bizim de bir minnet ve şükran borcumuz vardır.Aziz şehitlerimizi daima hayırla yadedelim.Onları unutmayalım.Genç nesillerimize tanıtalım.Özgürce yaşamamızı borçlu olduğumuz şehitlerimize Allah’tan rahmet dileyelim.Ben bu dilek,duygu ve düşüncelerle okuyucularımıza  sevgi ve saygı ile esenlikler dilerim.

Bu Sayfayı Paylaşın

Tüm Kitaplar